Sokağa çıkma yasağının bitmesine saatler kaldı ama biz kızımla sokağa çıktık. 28 günde bir olması gereken iğnenin yapılması gerekiyordu. Onu yaptırdık, sahilde, boş caddelerde minik bir tur atıp döndük. Gümüldür kıyılarında yağmur yağıyordu, bize de gelecek zannettik ama gelmedi. Hava çok keyifsiz gene de, pikelerin üzerine battaniye koyduk uyuyoruz. Yorganları o kadar hızlı yıkayıp kaldırmışız ki!!!!
Bugün ki havada bennnn |
Nazan Abla hala uyutuluyor ve perşembeye kadar bekleyeceğiz. Yapacak bir şey yok.
Ben de bugün size babam ile 1990 yılının Eylül Ayında Londra'dan Paris'e yaptığımız yolculuğu anlatmak istedim. Geçen gün babam ile başka bir hikayemi anlatınca devam etmek içimden geldi.
Eylül ortası üniversite başlamadan 1 hafta önce babamla Londra'ya uçtuk. Tabii ki Gaye Teyzelerde kaldık. O sırada Doğa'nın da okulu yeni başlamıştı. Her sabah Doğa'yı uyandırmak için büyük çaba sarf ediyorduk. Babam gene korkunç şakalarından yapmaktan geri kalmıyordu. Doğa uyanmazsa çok az üzerine su dökerdi sonrası feryat figan. Babamın çocuklarla arasının hiçbir zaman iyi olmadığını kabul etmek gerek. 5 yaşındaki Doğa ile TV kumandası savaşı yapardı akşamları, şaka gibi.
Neyse okul ve yurt işlerini bitirdikten sonra National Express'ten (bizim Pamukkale gibi düşünebiliriz) Paris'e otobüs bileti aldık, otelimizi zaten İstanbul'dayken ayırtmıştık. Çarşamba gecesi Victoria Otobüs Terminalinden Dover'e doğru yola çıktık. Manş Denizini feribotla geçtikten sonra sabahleyin Paris'e vardık.
O zaman teknoloji yok, sadece elimizde faks ile gelmiş otel bilgisi var. Elimizdeki adresi taksiye gösterdik ve bizi Montparnasse'taki otelimize getirdi. O oteli de babamın Renault'daki arkadaşları ayırtmıştı, hem her yere yakın hem de hesaplı diye, otel iyiydi. Minnacık bir odamız vardı, akşamları babam anladığı kadar Fransız TV'sinde haber ve dizi seyretmeyi 3 gün boyunca ihmal etmedi. Babamı tanıyanlara bu davranışı tanıdık gelmiştir. Perşembe ve Cuma Paris'in her yerini yürüyerek dolaştık. Hava da şansımıza harikaydı. Yorulunca bir yerlerde oturuyorduk sonra devam. Babam bi de soğan çorbası içecem diye tutturmuştu. Montparnasse'de bir restaurantta içmişti. Unutamadıklarımdan....
Cumartesi günü daha Paris'te yeni açılan Euro Disney'e gittik. Trenle gidiliyordu, Paris'in dışındaydı. İnanılmaz kuyruklar olduğu için vaktimiz, sadece 3 tane aletli eğlencelere binmeye yetti. En unutamadığım da dağ treniydi. Zifir karanlıkta içinde olduğumuz trenin G noktasına ters düşmesi hayatımda cesaret gösterdiğim ender şeylerden biriydi, unutamam.
Akşam gene trene binip,döndük. Pazar günü son günümüz, her yer kapalı olduğu için yürüyüş yaptık, vakit geçirdik. Akşam üzeri otelden eşyalarımız alıp terminale gittik ama bizim National Express ortada yok, bekle bekle, hem yorulduk hem sıkıldık. Firmaya ait bir kulübemsi bir yerin önünde bankta otururken tepemizde bir adam belirdi, kulübenin camından sarkan, bana da fenalık gelmişti Fransızlar İngilizce konuşmadığı için babamın eline düşmüştüm. "Baba şu adama bi sor, bu otobüs ne zaman gelecekmiş" dememle, adam bize "Türkçe, saat 11 de gelecek otobüsünüz, erken gelmişsiniz demez mi?" Allahım iyi ki abuk sabuk bi laf dememişim. O adam Türktü orada çalışan. Neyse sabah Londra'ya varmıştık.
Bir daha babamı Londra'ya çağırdım ama gelmedi, "2 kere geldim yeter" dedi. Londra'da tek merak ettiği yer babamın meşhur Tower Bridge'ti, ona da vaktimiz yetmemişti, o içimde ukde kalmıştı orayı gezemedi diye, NewYork'a götürmek istedim, Amerikan Filmlerini hayranlıkla seyreden babam Amerika'ya hiç gitmek istemedi. Avrupa Kıtası O'na yetmişti.
Benden bu kadar bu akşamlık, hepinize iyi geceler...
Tugba